Karanlık tema Aydınlık tema

Bu yazıyı yazarken biraz geçmişe 2006 yılına doğru uzandı zihnim. Doktora çalışmamın bir parçası olarak o yıl Urla ve Seferihisar İlçeleri’nde Yüzey araştırmalarına başlamıştık, ardından 2022 yılına dek her yaz yarımadanın farklı alanlarında çalışmalarımıza devam ettik. Aradan geçen 17 yılda bu çalışmanın hayatımın en önemli deneyimlerinden biri haline geleceğini bilemezdim elbette.  Başkanlığını üstlendiğim ekip ile amacımız yarımadada sistematik bir biçimde yürüyerek yüzeyde korunmuş olan arkeolojik kalıntıları kayıt altına almaktı. Yarımada, Anadolu’nun kültür mirasının önemli bir parçası olan Ionia’nın dört kent-devletinin konumlandığı bir coğrafya. Çeşme’de Erythrai, Urla’da Klazomenai ve Seferihisar’da Teos ile Lebedos 1970’lerden bu yana kazı çalışmaları ile araştırılıyor. Bizim yürüttüğümüz yüzey araştırması projesi ise işte bu kent surlarının dışında kalan kırsal alanlarda geçmişte insanların nasıl yaşadıklarını, doğal çevreyle nasıl bir ilişki kurduklarını, çevrelerini nasıl algıladıklarını anlamayı hedefliyordu. Aslında yarımadanın tarihi MÖ 1. Bin’de kurulan bu kentlerden çok daha eskiye dayanıyor. Hem kazı çalışmaları hem de yüzey araştırmaları yarımadada Neolitik dönemden bu yana yoğun bir iskanın varlığını ortaya koymakta.  

Yüzey araştırması nasıl bir yöntem belki kısaca onu da açıklamak yerinde olacak. Peyzaj arkeolojisinin bir yöntemi olan yüzey araştırması temel olarak seçilen araştırma alanında uydu görüntüleri, hava fotoğrafları ve haritaları inceleyerek bir örnekleme yapmak ve ardından bu alanlarda sistematik olarak yürüyerek bulguları haritaya işlemeye dayanan bir yöntem. Sistematik yürümek en az 5-10 kişilik bir ekibin 5 metre aralıkla arazide yürümesi anlamına geliyor. Yaklaşım açısından ise kültürel çevreyi bir bütün olarak ele alan ve uzun vadeli bir anlayış ile bu çevrenin nasıl şekillendiğini ve bu süreçlerdeki doğal, sosyal, politik dinamiklerin neler olduğunu anlamaya gayret eden bir araştırma yöntemi. Bizler de onbeş yıl boyunca her yaz arkeologlar, coğrafyacılar, jeomorfologlardan oluşan bir ekiple yarımadanın tepelerinde, kıyılarında, vadilerinde yürüyerek yarımadanın geçmişteki sakinlerinin izlerini sürüyoruz. Bugüne dek 450’den fazla antik döneme ait yerleşim, köy, çiftlik, kale, tümülüs, kutsal alan; antik dönem ticaret yollarına ait patikalar, taşocakları, tarım havzaları ve teraslar, zeytinyağı ve şarap işlikleri, sınır işaretleri belgeledik. Projenin önemli bir amacı da geçmişteki toplumların yarımadada yaşarken doğal çevre ile olan ilişkileri ve nasıl şekillendirdikleri. Bunun için yürüttüğümüz jeomorfolojik araştırmalarla kıyı çizgisinin değişimini, göl tabanlarının nerelerde olduğunu, akarsu yataklarının nasıl değiştiğini, binlerce yıl boyunca insanların köylerini, çiftliklerini nerelere kurduklarını, kadim tarım havzalarının nereleri olduğunu, hangi tepeleri ve mağaraları kutsal saydıklarını, zeytin ağaçlarını nerelere diktiklerini ve bağlarını nerelerde kurduklarını belirledik. Bu çok katmanlı peyzajın zamansal derinliğini ve dönüşümünü anlamak çokça emek ve zaman gerektirdi. Kültürel miras sadece ören yerlerinden, ayakta duran sütunlardan ve anıtlardan ibaret değil. Geçmişte de insanlar kırsal alanlarda, ücra köşelerde doğayla barışık şekilde yaşamışlar ve bunları ortaya çıkarıp görünür ve bilinir kılmak biz arkeologların işi. Yarımada her geçen gün daha da fazla kentleşmeye ve mutenalaştırılmaya teslim olsa da sakinlerinden bazıları halen tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlayıp, kadim tarım havzalarının ve doğayla iç içe bir yaşamın kıymetini bilenler. İklim krizlerinin, çevre felaketlerinin, kitlesel göçlerin ve kültürel ve çevresel tahribatın hiç hız kesmediği bu dönemde kırsaldaki kültürel mirasın korunması, kadim bilgilerin yaygınlaşması ve paylaşılması, çevreyle uyumlu ekolojik yapılaşmanın bu bilgiler ışığında benimsenmesi, doğal kaynakların korunması için hepimiz sorumluluk üstlenmeliyiz. İşte bizim projemiz de belki en çok buna hizmet etme derdinde oldu hep. 

Bugün artık mahalle dediğimiz yarımadanın köyleri bizim araştırmalarımızın önemli bir parçası kuşkusuz. Çoğu kez arazide yürüdükten sonra soluklandığımız köy kahveleri ise yarımadanın sakinleri ile de tanış olduğumuz kaynaştığımız yerler. Bunlar arasında Barbaros’un benim için her zaman özel bir yeri oldu. Kim bilir belki de araştırmada epey bir yol aldıktan sonra orada çalışmaya başlamamız benim de yarımadayı kavradığım bir döneme denk gelmesinin de bunda etkisi vardır. Onbeş yıl boyunca yarımadanın geçmişini araştırırken ne çok şey öğrendik yarımadanın köylüsünden, çobanından, çiftçisinden. Mesela posedonia dediğimiz karasamanın geleneksel bir çatı yalıtım malzemesi olması, kerpicin nasıl yapıldığı, zeytinliklerdeki taş yığınlarına çağıl dendiği, filiskinin nasıl koktuğu ve daha pek çok şey. Ekibimizin değişmez üyelerinden Ertan İplikçi de bir Barbaroslu, onun sayesinde yarımada ama özellikle Barbaros bizim için başından beri bildik tanıdık oldu aslında. Yufka yürekli bir avcı olan Ertan Abi’den öğrendiğim en kıymetli bilgiler ise bir yaban domuzu ile karşılaşınca ne yapılması gerektiği, yaban domuzlarının gündüzleri nerelerde uyuyup, sırtlarını nasıl çamura buladıkları, yumuşak toprakta havalanan kekliklerin nasıl iz bıraktığı ve daha pek çok kıymetli şey. 

Ama bu yazının amacı benim size Barbaros ve çevresinde neler bulduğumuzu anlatmaktı öyle değil mi? Yüzey araştırmaları ile belgelediğimiz 450 antik mahalden 40 tanesi Barbaros ve çevresinde yer alıyor. Bunların arasında yerleşimler, çiftlikler, Tümülüsler, kale ve kutsal alanlar var. Bazıları uzun süreli iskan edilmişken bazıları tek dönemli. Ancak genel bir değerlendirme yapacak olursak Barbaros köyü alanında iskanın tarihçesi Neolitik döneme dek uzanıyor. Köy ahalisinin en iyi bildiği arkeolojik alan Tepeüstü olmalı. Buranın Neolitik bir yerleşim olduğunu ilk saptayan kişi rahmetli hocamız Hayat Erkanal. Ardından bu yıl kaybettiğimiz arkadaşım ve meslektaşım Rıza Tuncel de burası hakkındaki bilgileri kaleme almıştı. Tepeüstü’nde Neolitik dönemin ardından taa ki Roma ve Bizans dönemlerine kadar yerleşme yok. Bu denli iskana uygun bir tepenin neden bu kadar uzun süre boş bırakıldığını ise bilemiyoruz. Tepeüstü Barbaros ve yakınlarında bulunan tek tarih öncesi yerleşim değil. Köy alanında iki büyükçe Neolitik yerleşim daha mevcut. İlgi çekici bir diğer mesele ise bugün pek çok yerinde göletler bulunan Barbaros ovasının çeperinde yer alan yerleşimler. Ovanın neredeyse tamamını yürüyerek taramış olmamıza karşın yerleşimler ovanın ortasında değil de çeperlerinde. Böylesi bir yerleşim dağılımı da ister istemez ovanın bir zamanlar bir göl ya da sulak alan olduğunu düşündürüyor. Gerçekten de Ahmet Amca’nın Manzara kahvesinden ovaya bakınca bunu hayal etmek mümkün. Buradan yola çıkarak geçtiğimiz yıllarda İlhan Kaya hocanın ekibiyle ova alanından karot örnekleri aldık. Analizler sonucunda gölün karstik bir yapıya sahip olduğu anlaşıldı. Yani geçmişte de aslında pek çok gölet ile dolu, ama belki biraz daha sulak bir alan ve böylelikle yerleşimden ziyade tarım için elverişli. Köy meydanından çıkıp kuzeye tarlalara doğru ilerlediğinizde bugün hayal etmesi pek kolay olmasa da irili ufaklı antik dönem mezra ve çiftliklerinin izleri var. Kuzeye doğru ilerleyince Çukurcak mevkiinde çevreye hakim bir tepe ise Erken Tunç Dönemi’nden itibaren bir kale olarak kullanılmış. Tepeyi tahkim eden büyük taş bloklu duvarlar bunun göstergesi. Hemen yakınındaki Sülüklügöl bugün halen çobanların ve sürülerin uğrak yeri. Köy merkezinin debdebesinden uzak rüzgarın sesine sadece keçilerin boyunlarındaki çıngırakların sesinin karıştığı bu alanda geçmişi tahayyül edebilmek mümkün. Buradan daha da kuzeye ilerleyince dar bir patikaya girersiniz.

Patikanın iki yanındaki yoğun makiliklerin arasında bir kaya yolunuzun Aphrodite tapınağına çıkacağını haber verir size. Hem de tanrıçanın mülküne adım attığınızı bildirir. Poyraz yazıtlara ve orada burada dağılmış sütün ve blok parçalarına bakılırsa küçük mütevazı bir kutsal alan. Ne yazık ki geçtiğimiz yıllarda burada çalıştığımızı duyan komşu köyden bir gözü doymaz burası korunmaya alındığı halde bir iş makinası ile gelerek tarumar etti. Bu olay arkeolojik alanların korunmasında yerel toplumun örgütlenmesinin ne önemli olduğunu bir kez daha idrak ettirdi bana. Barbaros’lularla  bu konuyu en kısa zamanda uzun uzun konuşmalıyız, bunu çok diliyorum. Tanrıçanın arazisinden çıkıp daha da ilerleyince tepelik alanlarda hep irili ufaklı Arkaik, Klasik, Roma dönemi boyunca yerleşilmiş tepelikler var. Bunların arasında yol boyu taş yığını gibi duranlar ise tümülüs mezarlar olmalı, ya da sadece yol işaretleri. Ama Balıklıova’ya uzanan yolun üzerinde bir Hellenistik tümülüs var ki… Belli ki köy ahalisi de burayı iyi biliyor. Erendede adını vermişler ve bir modern dönem yatırına dönmüş burası. Kötü haber ise elbette defineciler tarafından kazılarak yerle bir edilmiş. Erendede’ye çaput bağlamak dileklerinizi gerçek yapar mı bilmiyorum. Birkaç yıl evvel çıkmışken arazide taktığım yazmayı “ya olursa” diye bağlamıştım ve benim çok büyük bir dileğim gerçekleşti. Belki dileklerin hatrına Barbaroslular göz kulak olurlar Erendede’ye de definecileri uzak tutarlar. 

Son olarak önemli bir başka arkeolojik peyzaj öğesi tarım terasları. Proje boyunca yarımadada neredeyse tüm terasları belgeledik, tipolojisini oluşturduk ve bunların yaşlı zeytin ormanları, işlikler ve köylere uzaklıklarını yorumladık. Köylülere soracak olsanız bu teraslar ne zamandan diye “onlar Rumlar’dan kalmış” deyip geçiştiriverirler. Gerçekten de mübadelenin ardından bağların çoğu sökülmüş yeni gelenler daha iyi bildikleri tütün tarımcılığına yönelmişlerdir. Ama teraslar onlardan çok önce kullanılıyordu. 2017-2019 yılları arasında İngiltere’de bulunan Newcastle ve St Andrews Üniversiteleri ile yaptığımız işbirliğiyle bu terasların gerçek tarihlerini öğrendik. Teraslardan aldığımız toprak örneklerinin laboratuvarda optik uyarmalı ışın analizi ile yapılan değerlendirmeleri terasların çoğunun en geç MS 1000 civarında inşa edildiğini ve kullanıldığını ortaya koydu. Eğer çalışmalarımıza devam edebilseydik bu tarihi çok daha geriye çekebileceğimize eminim. 

Yarımadanın hemen her yeri gibi Barbaros köyü de çok derin bir tarihe ve çok katmanlı bir kültürel peyzaja sahip. Umarım Barbaroslular bunu bir değer olarak görüp geçmişlerine ve miraslarına sahip çıkmaya ve korumaya devam ederler. 

Doç. Dr. Elif Koparal 
Arkeolog

Bir cevap yazın
İlgili makaleler