Güzel eskimek, yapılara ve doğaya bakarken hep aklımda dolaşan bir kelime öbeği. Doğal malzemelerin eskimesi genellikle güzel oluyor, özellikle ahşap ve taş çeşitlerinin. Sadece mimari anlamda değil, herhangi bir obje için de aynı şey geçerli. Hatta eğer kaliteli bir doğal malzemeden yapılmışlarsa, eskidikçe sağlamlıklarını da kaybetmediklerinden daha da değerli hale geliyorlar. Ahşap antikaların etkileyici görselliklerini düşünün, ya da kaliteli bir keman veya gitarın zaman geçtikçe tonunun ve ses karakterinin iyice oturmasını. İşleve uygunluk, form, sağlamlık gibi parametrelerin yanında, tasarıma dair en önemli aşamalardan biri de malzeme seçimi. Güzel eskiyen bir malzeme seçmiş olmanın, tasarımın geri kalan tüm diğer aşamaları arasında ciddi bir ağırlığı olduğunu düşünüyorum.
Güneşin altında kalmaktan dokusu değişmiş eski bir plastik sandalyeyle, antika bir bambu koltuğu gözünüzde canlandırın. Plastiğin ilk günlerdeki parlaklığı ve temizliği sonraki yıllarda fark edilir biçimde azalıp, sandalye kalitesiz bir görünüme bürünürken, bambu eskidikçe daha çekici hale bile gelebiliyor. Yapı malzemelerini göz önünde bulunduracak olursak, bazı metaller çok güzel eskiyor. Birçok tarihi yapının çatısında karşılaştığımız o yeşilleşmiş metal, oksitlenmiş bakır örneğin. Hem işlevsel olarak, yıllarca kolay kolay bozulmadığından çatı gibi ulaşılması güç yerlere uygulanıyor, hem de estetik açıdan eskidikçe değerlileşen bir patinası oluyor. Bakır, yalnızca ilk birkaç ay parlaklığını koruyor, daha sonra tamamen koyu kahverengileşiyor, bu şekilde yaklaşık otuz yıl kalıyor ve sonrasında ise geri kalan yaklaşık yüz yıllık malzeme ömrü boyunca yeşil oluyor. Kanada Ottawa’daki parlemento binasının bakır çatı kaplamasının değiştirilmesi ile ilgili yapılan bir röpor tajda bu malzemeye dair ilginç tarihi söylentiler de yer alıyor. Efsaneye göre, eskiden bakırın kendi kendine yeşermesini beklemek yerine, etrafta bolca bulunan atlardan yararlanılır, at sidiği ile bu süreci hızlandırırlarmış. İlginç bir bilgi. Doğada etrafta bulunan her şeyden bir şekilde faydalanmanın yolunu buluyormuş insanlar eskiden. Gerçekten hiçbir şey boşa gitmiyormuş!
Patinadan bahsetmişken, Uğur Tanyeli’nin ‘Atina’da Patina’ yazısındaki temel tanımlamaları da hatırlamakta fayda var: “Yapı, bir taraftan eskiyip kullanım ömrü tehlikeye girerken, öte taraftan da eskiliği nedeniyle yeni bir anlam kazanır. Patina, yapının dış ve iç yüzeyine söz konusu eskimeyle eklenen katmanın adıdır. Onu hem bir atmosferik kir katmanı ve yaşanmışlık kanıtı olarak örter, hem de aynı katmanın daha derinlere işlemesini engelleyen bir koruyucu kılıf işlevi görür.”
Bakır gibi, eskimiş görünümünden estetik bir zevk aldığımız, ama daha endüstriyel biçimde kullanılan ve tarihselliği olmayan malzemeler, yapı sektöründe sıklıkla kullanılmaya başlandı. Bunlardan biri de eskitilmiş / paslandırılmış çelik, ya da jenerik marka adıyla Corten. Bir çeşit karbon çelik olan kortenin üzerinde oluşan pas tabakası, malzemenin iç kısmının hava şartlarına karşı korunmasını ve cila ya da boya gibi ek bir koruyucuya ihtiyacı olmadan dayanıklılığını sağlıyor. Malzeme ilk alındığında passız olarak geliyor, ama hava şartlarına maruz kaldığında kısa sürede istenen paslı görünümüne ulaşıyor. Güzel ve hızlı eskiyen bir malzeme. Bakırın oksitlenmesini eskiden otuz yıl beklemek zorunda kalan inşaat sektörü, talebe daha hızlı cevap veren malzemeler buluyor artık.
Daha doğal malzemelerden bahsedecek olursak, on bir sene önce köye yerleştiğimden beri, taş evlerin derzlerinden, çatlayan sıvalarının aralarından çıkan yeşillikleri görmek beni neşelendiriyor. Bu, malzemenin kendisinin güzel eskimesinden değilse bile doğanın üzerinde ve içinde yer etmesine izin vermesi sayesinde oluşan bir durum. Taşların üstlerini yosun kaplıyor, evler -hatta sokaklar- üstlerinde canlı bir şeylerin yaşadığını fark ettiriyor. Bir de odunların üstlerindeki likenler ve yosunlar var ki, onlar zaten başlı başına bir fotoğraf sergisi konusu olacak kadar güzeller. Köyde eski evlerin büyük kısmında taşların arasındaki birleştirici harç, topraktan oluşuyor. Bu yüzden, taş ve topraktan oluşan bu duvarın üstünü kaplayan sıvadan buldukları ilk minik boşlukta minik bitkiler hemen dışarı fırlıyorlar. Şimdiki taş evlerde derzler her ne kadar çimentolu bir harç ile yapılıyor olsa da taşların kendilerinin üzerindeki yosunlar da epey canlılık katıyor yapıya, keyif veriyor görsel açıdan.
Yapı ölçeğinden çıkıp biraz daha üst ölçekte malzemeleri düşününce, aklıma hemen Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde gittiğim kasaba ve köyler ve bu köylerin neredeyse hepsindeki sokak zemin döşeme malzemeleri geliyor. Yurtdışında köylere gittiğimde, o köylerin buradakilerden en büyük farkının ilk bakışta hep yolları olduğunu düşünüyorum. Arnavut kaldırımı caddeler, taş kaplı sokaklar… Zemindeki taş, etraftaki taş ev dokusuyla uyumlu, eskiden kaliteli ve güzel eskiyen bir malzeme ile yapılmış altyapı işleri, gerek duyuldukça tamir edilerek kullanılmaya devam ediliyor. Türkiye’de köylerde sıklıkla karşılaştığım durum ise, sokaklara en hızlı ve basit çözüm olan beton kilit parke taşı döşenmesi. Mali açıdan da, işçiliği kolay olduğu için de avantajlı olarak görülüyor, bu yüzden tercih ediliyor belediyeler tarafından. Ama sonuçta ortaya çıkan görüntü, köyün asıl dokusundan kopuk, tüm köyleri seri üretim kaynaklı bir sıradanlaşmaya iten bir tablo. Köylerin özgünlüğü beton kilit parke taşları yüzünden azalıyor. Yönetimde merkezileşme, bir yandan belli problemlerin çözümünde kolaylık sağlasa da, yerel birçok değerin kaybolmasına sebep oluyor. Örneğin Barbaros ve çevresindeki neredeyse bütün köylerde, herhangi başka bir köyde olduğu gibi beton kilit parke döşendi. Verilen hizmete saygı duyuyorum tabii ki, ancak biraz daha fazla maliyet ile köyde kalıcı ve aynı zamanda estetik bir altyapı yaratılabilirdi. Bu yollar, sokaklar kalıcı yatırımlar. Bir 15-20 sene daha bu şekilde kalmaları çok olası. Bu yüzden yatırımların uzun soluklu süreçler olarak ele alınmasının faydalı olduğunu düşünüyorum. Bu arada taşın kendisi köyden çıkabileceği için, maliyet neredeyse sadece işçiliğe kalıyor. Hem de köyün kendi taşı, çevrenin dokusuyla bir bütüncül dil oluşturuyor böyle uygulamalarda. Böylece köydeki ev ve sokaklar bir arada –tüm yapılı çevre olarak- güzel eskiyor. Ha, “beton kilit parkeyi de bulamayanlar var” derseniz, ona bir şey diyemem. Benim önerilerim, nasıl daha iyi olabilir diye düşünmemin sonucu aklıma gelenler.
Bir de plastik çocuk parkları var, aslında iyi niyetle yapılan ama renkleri çok kısa sürede kötü bir biçimde eskiyen. Ama bunların ahşap ve metalden yapılmış alternatifleri de var. İkisinin kıyaslamasını size bırakıyorum. Ya da belki de çocuklara sormak lazım, asıl kullanıcılara. Ahşap olan, en azından kullanım açısından hayal gücünü daha serbest kılıyor gibi.
Gittiğim bir mekânda yapay çiçek, ağaç ya da yeşillik gördüğümde kendimi ciddi anlamda kötü hissediyorum. Bir restoran masasındaki plastik çiçek, düğün benzeri bir kutlama için mekâna konmak üzere kiralanan yapay ağaçlar, villaların bahçelerini birbirinden ayırmak için kullanılan yeşil örtüler… Bunlar sadece kötü eskimiyorlar, yepyeni halleri de çirkin zaten. Hem malzemelerinin kalitesizliği hem de var olan bir canlıyı görsel olarak taklit etmeye çalışmalarına rağmen aslında o canlının hiçbir özelliğine sahip olmamaları. Ne dokuları benziyor, ne kokuları, ne detayları. Keşke böyle benzetme için çalışmak yerine ya gerçekten çiçek koysalar ya da hiç çiçek koymasalar. Yapay çiçek olan bir masada yemektense, boş bir masada yemeyi kesinlikle tercih ederim. Bu arada çiçeklerden bahsetmişken, baharda köyde topladığım dağ lalelerinin (anemon) o kadar güzel bir renk skalası var ki, beyazdan pembe ve morun her tonunu yan yana görmek mümkün. Doğadaki bu çeşitliliği seri üretimle kopyalamaya çalışmak da zaten imkansıza yakın. İnsan gözü hemen gerçeğini taklidinden ayırıyor içgüdüsel olarak, taklit olanda bir gariplik seziyor. Son olarak, doğanın kendisinin sürekli bozulma ve canlanma döngüsü içerisinde ne kadar güzel eskidiğinden bahsetmek istiyorum. Ukrayna’da bulunan Pripyat, Çernobil nükleer santrali çalışanları için kurulmuş ve nükleer facia sonrası boşaltılarak terk edilmiş bir şehir. Doğa, insan olmayınca kendi kendini iyileştirecek bir yol bulmuş. Çernobil faciası 1986’da olmuştu, yani 37 sene önce. İnsanlar oradaki tüm yapıları kendi haline bırakınca, iç mekanların bugünkü hali gerçekten iç burkan bir terk edilmişliğe sahip, eşyaların hepsi bırakıldığı anki gibi duruyor çünkü. Ama dış mekanlar, bahçeler o günden bu yana gelişmiş, ağaçlar büyümüş, boş buldukları her yeri neredeyse ele geçirmiş. İnsanlar da budama kesme gibi faaliyetlerde bulunamadığından, açıkça doğa şehri işgal etmiş. Ağaçlar etrafa tohumlarını saçmış, yeni ağaçlar büyümüş. Ortaya çıkan manzara oldukça postapokaliptik ama bununla beraber doğanın gözle görülür gücü müthiş etkileyici. İnsanlık, kendi kurduğu düzende, şehirlerde tüm doğayı kontrol altında tutmaya çalışsa da, doğa serbest kaldığı anda kendi döngüsü içinde çok güzel eskiyor. Yenileniyor, bozuluyor, tekrar yenileniyor. Bu döngü aslında bizi de kapsıyor da, kendi çok önemli işlerimizi(!) yaparken pek farkına varmıyoruz. Ama bu doğa açısından çok da önemli değil, biz farkına varmasak da o bizi de içine dahil ederek döngüsünü sürdürmeye devam ediyor zaten.
Dr. Onurcan Çakır
Mimar