Yapı biyolojisi ve iyi yaşam hali üzerine..
Günümüzde iyi yaşanılacak bir çevreye, yaşantımızın tüm dönemlerindeki gelişmelerin doğadan kopuk olmamasına duyulan özlem, tarihin hiçbir döneminde bu kadar fazla olmamıştır. “Doğa kendisini insana değil, insan kendisini doğaya göre yönlendirir” temel gereği altında günümüzde doğa ile uyumlu bir ilişki içinde olan yaşam alanları, gün geçtikçe önem kazanmaktadır.
Peki her insanın “arzusu”, kentlerde ise daha çok “özlemi” olan “iyi yaşam halini” yaratmak için temel gereksinimlerimiz nelerdir? Temelde bu gereksinimlerin iki ana başlık altında kümelendiğini görüyoruz: Sağlık ve sosyal huzur.
Sağlık, bedensel (fiziki) ve ruhsal (psikolojik) sağlığımız olarak bir bütün içinde ele alınır ve yazı başlığımızda yer alan ‘Yapı Biyolojisi’ disiplininde incelenir. Günümüzde ise sağlığımızı belirleyen iki ana etken vardır. Beslenme, yani gıda sektörü ve bizi çevreleyen yaşam alanları, yani yapı sektörü. Konuya bizi çevreleyen, içinde yaşadığımız yaşam alanları açısından baktığımızda ise, bedensel sağlığımızı daha çok doğal yapı malzemeleri ve iklimlendirme teknolojileri ile koruyabilirken, ruhsal sağlığımızı özellikle “sosyal huzur” ile sürdürebildiğimizi görüyoruz. Bu da konu başlığımız olan Yapı Biyolojisi disiplini kapsamında ele alınmakta ve temel ilkeleri ile açıklanmaktadır.
Bu bağlamda yapı biyolojisinin temel ilkelerinden beklentilerimiz ne olmalıdır? Bunlar: Yapıların ve yaşam alanlarının hastalıklara ve çevre kirliliğine ne denli sebebiyet verdiklerini araştırıp belirlemek. Bu belirlilikler doğrultusunda çevre sağlığı ve insan sağlığına yönelik alternatif yapı, yaşam alanı tasarımları ve yapı detayları geliştirmek ve yapı malzemelerine biyolojik ve ekolojik bir eleştiri getirmek biçiminde özetlenebilir.

Sorunumuz: Toprak dağılımı reformu ve desantralize, ekolojik-sosyal yerleşim.
Birinci kuşak gecekondularda, göç edenler köylerindeki yaşamı kent kenarındaki yeni yuvalarında sürdürebilecek biçimde yapılaştılar. Basit ama yeterli bir ev, küçük bir bahçe, içerisinde sebze yetiştirilen bir alan, birkaç tavuk, bir iki de meyve ağacı. Yabancısı oldukları kent hayatına karşı bir tedbirmiş gibi, kendi içinde yetmeye çalışan, dışa olabildiğince az bağımlı bir düzen. Şimdi, “çağdaş” yalanı ile beğenilerimiz ve değer yargılarımız saptırıldıktan sonra, bize dayatılan aynı tip beton kutuları (uyumlu olmanın çirkinliğini yaratan apartman daireleri ve siteler), bu beğenmediğimiz gecekondular ile karşılaştıralım. Hundertwasser 1958 yılında durumu şöyle açıklıyor: “Gecekonduların tensel oturulmazlığı, işlevsel-yararcı denilen günün geçerli mimarlığının tinsel oturulmazlığına yeğlenmelidir.”
Dünya nüfus yoğunlukları ile karşılaştıracak olursak (örneğin Macau bölgesi-Çin: 24423/km², Monako: 14750/km², Honkkong: 5169/km², Endonezya: 722/km², Almanya: 217/km², Avusturya: 90/km², Türkiye: 76/km²) gündemdeki nüfus yoğunluğu ve dar alana yapılaşma sorunu, -yaşanılabilir boyutun ötesine geçmiş, başta İstanbul olmak üzere birkaç metropolümüz dışında-, coğrafyamızda yoktur. Kent-kasaba kenarında olsun, köylerde olsun, yeni inşa edilecek her evin diyelim 300 m2 bahçesi olsa, Bayındırlık ve İmar iskan Bakanlığının belirttiği yılda 300.000 yeni konutu coğrafyamıza dağıtarak 300 m2’lik bahçeler ile değerlendirsek, 90 km2 alan yani ülke topraklarının %0.01’i kullanılmış, daha doğrusu bahçeye dönüştürülmüş olur. Nüfus artışını da hesaba katarak 10 yıl sonra %0.2, 30 yıl sonra yaklaşık %1! İktisadi, sosyal, ekolojik ve politik açıdan bugün yaşadığımız dayanılmaz cansızlığa karşın son derece akılcı bir yatırım. Yapılaşmaya elverişli toprağımız fazlasıyla mevcut olduğuna göre, bu bağlamda coğrafyamızdaki arsa fiyatlarında adaletsiz bir dağılım olduğunu kabul etmek gerekir.
Yukarıda belirtilen makul kalkülasyon dahi ilke olarak bahçe içindeki yerleşim alanlarına duyulan gereksinimin kolaylıkla giderilebileceğini gösteriyor. Özellikle küçük çocuklu aileler ve kahvehaneleri dolduran işsizler açısından bahçesi olan bir evde yaşayabilmek, ödev ve sorumluluklar taşımaya, çalışma olanağı bulmaya, geçimi hafifletmeye, bağımsızlığa, sağlığa ve boşta kalmamaya, önemli bir kaynak oluşturur. Kırsal kesimden kente göç edenlerin doğayla ilişkilerini sürdürme alışkanlıkları, balkonda, çatıda, hayvan beslemeleri, ya da gecekondu bölgelerinde bahçe içinde sebze üretmeleri, genellikle hafife alınır. Oysa modern insanın doğayla doğrudan ilişkisinin sağlanması, ne bir kırsal kesim özlemi ne de kentsel bir fantezidir. İnsan doğanın ürünü ve bir parçasıdır. Temel ilke her evin doğrudan kullanabileceği, doğayla doğrudan ilişkili bir bahçe ile bağlantılı olmasıdır.
Tarımsal monokültür ve çölleşen kentler yerine, ekolojik yerleşim ve holistik desantralizasyon
Kırsal alanda yeni köyler oluşturmak ve terk edilmiş köylere veya köy evlerine yerleşerek buraları yeniden yaşama kazandırmak bir tarafa, metropol merkezleri dışında nüfus yoğunluğunun sözde sık olduğu bölgelerde bile, doğanın uygarlıktan ayrılmadığı, endüstrinin, ulaşımın ve çevreye olan baskıların yoğunlaşmadığı, yeni ekolojik siteler, köyler, kasabalar oluşturacak yeteri kadar boş ve yeşil alan vardır.
Bugün hala kentten köye göçü sağlayacak çözümler üzerinde çalışarak daha fazla zaman kaybetmeden, başta İstanbul olmak üzere uygulamaya geçmek yerine, semptom tedavisini andıran köyden kente olan göçü durdurmaya ya da yavaşlatmaya çalışıyoruz. Metropollerin küçültülmelerine paralel olarak buradaki nüfus yoğunluğu yeşil alanlar, bahçeler ile seyrekleştirilmeli, kent halkının istekleri doğrultusunda aile yaşamına yönelik, paylaşımı kavranır boyutlarda yaşam birlikteliklerinin yeniden oluşabilmesi sağlanmalıdır. Fizyolojik ve psikolojik yüklemenin sınırında yaşayan metropoller ancak bu takdirde yeniden normal ve sağlıklı bir gelişim gösterebilirler.
Ekolojik yerleşim birimleri (köy-site) insanın entegre edildiği birer biyotoptur. İklimin, su ekonomisinin, toprağın, floranın ve faunanın ekolojik değeri, bilimsel araştırmaların gösterdiği gibi, tarım, hayvancılık ve orman alanlarındaki monokültürlere oranla iki-üç kat daha fazladır. Buna rağmen olumlu olan küçük düşürülüp hor görülmekte, olumsuz ise teşvik edilmektedir.
Tek mantıklı çözüm olan desantralizasyon yerine, bugün insanların ¾’ü (artan bir oranda) kentlerde yaşadığı halde, çareler hala yerleşim ile ekonominin daha da yoğun konsantrasyonlarında aranmaktadır.
Merkezileştirmenin (oturma ve çalışma alanları) devam etmesi yarının dünyasının dev bir getto olmasına neden olacaktır. “UNESCO”
Planlama, iyileştirme ve geliştirme çalışmalarında bilgi kuramı açısından: ekolojinin, yapı biyolojisinin, mesken psikolojisinin ve sosyolojinin, temeli oluşturan faktörler arasında bulunmaları gerekir.
Yaşadığımız çevre ile ilişki içerisinde olan dünya genelindeki sorunların çözümlenmesinde pay sahibi olacak olan güncel yerleşim problematiğinin acil olarak yaratıcı özendirmelere gereksinimi vardır. Bu bağlamda özellikle ekoloji, sağlık, sosyal barış, enerji ve hammadde tüketimi, çöplerin etkisizleştirilmesi ve yeni iş alanlarının açılması konularında aklın üretkenliğine ve sağduyuya, geleceğimiz açısından hiçbir zaman bugünkü kadar yaşamsal bir gereksinim duyulmamıştı.

Sürdürülebilir yaşam alanları ve kültürü için ölçek nedir?
Almanya’da yapılan istatistiklere göre ortam hastalıklarının artma oranı ile nüfus yoğunluğunun artma oranı paralellik göstermektedir. Örneğin büyük şehirlerde hasta oranı, nüfusu 2000’den az olan yerleşim birimlerine göre %60 daha fazladır. Dar alana sıkışmanın neden olduğu ölçüsüz ekolojik, sosyal ve biyolojik zararlar göz önünde bulundurulduğunda, sosyo-kültürel ve coğrafyası ile ekolojik bir uyum içinde olan yaşam alanları planlamaları ile uygulamaların zorunluluğu daha kolay anlaşılır.
Peki bu ideali sağlamak için ölçek nedir diye baktığımızda ilk olarak metropolleşmenin bir yanılgı olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. Günümüzde agresyonların, şiddet eğilimlerinin, tahammülsüzlüğün, psikolojik tedavi bağımlılığının nüfus yoğunluğu artışı ile paralel arttığını biliyoruz. Buradaki eşik, yani bir yaşam alanı için ideal kişi sayısı ve bu nüfusun ihtiyaç duyduğu m2/birim alan, biz mimarlar için çok önemli bir bilgidir.
Buna ilişkin doğru bir örnek olarak Almanya’nın nüfus dağılımına bakacak olursak, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmenin kent ölçeğinde değil, gelişmiş kasaba ölçeğinde olduğunu görmekteyiz. Kasabanın nüfusunun belirlenmesi, kendi içinde sosyal, ekonomik, kültürel, eğitim, spor, sağlık gibi döngülerin yeterliliği ile ilişkili. Yani matematiksel bir sonuç. Kasabanın bu döngüleri sağlamak için ihtiyaç duyduğu yüzölçüm ise topoğrafyası ile kültürel reflekslerinin bir sonucudur. Bu ikisi birleştirildiğinde ve mimari disiplinde doğru planlandığı taktirde ise diğer konu başlığımız olan ‘kırsalda gelişmiş mimarlığın ve tasarımın’ önü açılmış oluyor. İşte örneğin Almanya, özellikle ikinci dünya savaşından sonraki kalkınmasını bu gelişmiş kasaba ve kırsal modeli üzerine inşa etmiş ve desantralizasyon politikası ile metropolleşmeyi kontrol altına almıştır.
Buna rağmen mimari açıdan insana sağlıklı, çevre dostu değerlerin tasarımlandığı ve inşa edildiği emsaller ülkenin sadece belli yörelerinde kümelenmiştir. Bu yöreler ise çevre bilinci ile yerine aidiyetlik duygusunun güçlü olduğu yörelerdir. Buradan da anlaşılıyor ki kırsalda sürdürelebilir mimarlığı sürdürelibilirliği, o yörenin sosyal sürdürülebilirliği, dolayısı ile çevre bilinci ve aidiyetlik refleksinin gücüne bağlıdır. Bir araç olarak eğitim ve bunun uzantısı olarak mimarlık ancak bu ön koşullar ile taban hareketine evrilebiliyor.
Buna gösterilebilecek en başarılı yörelerden biriside Avusturya’nın Vorarlberg kırsalıdır. Üç merkezi kasaba ve etrafında kümelenen sayısız köylerden kurulu Vorarlberg, çevre bilinci, aidiyetlik gücü, inovasyona açık görüşlülüğü sayesinde ‘kırsalda çağdaş yaşamın’ nasıl olabileceğini değil, nasıl olduğunu günümüze taşımış bir yöre. Mimari anlamda günümüzde bunu inşa etmiş, günlük yaşama taşımış bir yöre. Başarılarını ise üç kritere temellendiriyorlar. 1. Futuristik tasarımın yanında geleneksel kırsal doku ölçeğini aşmamak. 2. Doğal yapı malzemeleri ve inovasyonlarına açık olmak. 3. İşçilik kalitesi ve yerel zanaati yüceltmek ki, bu da en önemsedikleridir.
Kırsalda nitelikli ve sürdürülebilir, kente tercih edilir bir yaşam alanına evrilmiş olan Vorarlberg yöresi bugün, geleceğin mimarisine işaret eden yapılarıyla sektörel bir açık hava müzesine dönüşmüştür adeta. Tabana yayılmış yüzlerce örnek, konuttan eğitim yapılarına, itfaye binasından geri dönüşüm merkezine, işyerinden halk evlerine, otobüs duraklarına…. Yaşamın her yelpazesinde ihtiyaç duyulan yapılara yayılmıştır. Vorarlberg yöresini detaylıca tanıtan içeriğe, gazetemizin ilerideki sayılarında yer vereceğiz.
Ülkemizde ise bu bakımlardan neredeyiz, statükomuz nedir? Bu alanda ne gibi adımlar atıldı?
Global statüko, olağan rejim koşullarında da rastlanabilecek kırsal ve kentsel planlamanın olmadığı, devletin çevre hakkı dahil olmak üzere yurttaşlarına yeterli bir yaşam düzeyi ve yaşam koşullarında sürekli geliştirmeyi sağlamadığı, kırsal alanda yoksulluğa son veremediği, kentlere göçün kent yaşamını çekilmez hale getirdiği, gecekondu ve kaçak yapılaşmanın olağanüstü boyutlarda olduğu, sanayileşme politikalarında ve uygulamalarında insanın ve çevrenin düşünülmediği ve ayrı ayrı ele alındığı, insan yerleşimleri konusunda demokratik bir sürecin işlemediği yönündedir. Türkiye bu bağlamda tek değildir, bütün bu olgular şu veya bu şekilde başka coğrafyalarda da vardır. Özenilen, örnek alınan batı Avrupa’da bile halkın önemli bir yüzdesi doğal ve anayasal bir hak olduğu halde, özellikle köy çevrelerine yerleşme özgürlüklerinden yoksun bırakılmaktadır. Örneğin Almanya’da 1967 yılında anayasa mahkemesinin aldığı kararda: toprağın kullanımında adil bir hukuk ve kamu nizamının ancak halkın çıkarları doğrultusunda gerçekleşebileceği belirtilerek, en önemli taşınmaz varlık olduğu hükmü getirilmiş, ayrıca “toprağın artmayan ve zaruri bir değer olması” gerçeği vurgulanarak, kullanımının, denetimi sağlanamayacak kişi ve güçlere terk edilmesi yasaklanmış olduğu halde, hükmün uygulanması eyaletlere ve yörelere göre farklılıklar göstermektedir. Yetkinin yerel idarelerde olması ise bu anlamda son derece önemli ve etkin bir araçtır. Bu sayede Almaya’da Allgau ya da Avusturya’da Vorarlberg gibi yöreler, günümüzde çağdaş yaşamı ve sürdürülebilir mimari tasarımı özvarlıkları ile yaratabilmişleridir.
Ülkemizde ise çağlar boyu medeniyetlerin benzersiz beşiği olmuş bir Anadolu var ki, bu coğrafyanın geçmişten günümüze taşıdığı kültür zenginliği ve çeşitliliğinin globalleşme ve politik göçler ile zeminini, derinliğini kaybettiğini görüyoruz. Bugün Türkiye, insanların yaşadıkları yer ile kurdukları ilişkinin son derece zayıf olduğu bir coğrafyaya döndü. Mimari anlamda nasıl yaşam alanları ile yetindiğimiz, tasarıma ve işçilik kalitesine ne kadar az değer verdiğimiz, bunun apaçık göstergesi ne yazık ki.
Ancak her olumsuzluğun bundan çıkış yollarının yaratılmasına etken olduğunu düşünecek olursak, başta İstanbul olmak üzere metropollerin tıkanmışlığından beslenen bir ters göçün, kırsalda nitelikli yaşam alanlarının yaratılmaya başlandığını da görmekteyiz. Bunu hedefleyen STK çalışmaları ve örgütlenmeler, ülkemizin artık birçok ilçesinde, kasabasında, köyünde giderek artmaktadır. Batı Ege bu konuda kümelenmenin en yoğun olduğu coğrafya olsa, Eskişehir’den Artvin’e, Trakya’dan Güneydoğu’ya kırsalda çağdaş yaşamın geleceği için yapılan mimari yaşam alanı planlamaları dinamik kazanmaktadır.
Örnek olarak İzmir’in Urla ilçesinin kırsalını ele alacak olursak, yörenin aldığı nitelikli göçün ötesinde kendi eğitimli insan kaynağından beslendiğini ve bu insan kaynağınında hem çevre bilincinin hem de aidiyet duygusunun nispeten daha yüksek olmasından beslendiğini görüyoruz. Bu da yörenin gelecekte daha enerji etkin, insan sağlığı odaklı, doğal yapı malzemelerinin daha fazla talep göreceği bir yaşam alanına evrilmeye uygunluğuna işaret etmektedir. Yörede bugün Yapı biyolojisi ve ekolojisi ilkelerince planlanmış, inşa edilmiş, doğal yapı malzemelerinin entegre edildiği yapılar kümelenmeye başladı ve sayıları artmakta. Türkiye Yapı Biyolojisi ve Ekolojisi Enstitüsü YBE’nin, Türkiye Permakültür Araştırma Enstitüsünün, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü İYTE’nin, Doğal Yapı Malzemeleri ve Yöntemleri Derneği ile OVADA yapı atölyelerinin varlıkları ‘Kırsalda Çağdaş Yaşam’ modelinin tabana yayılması için önemli katalizatörlerdir.
Sonuç olarak bütüncül düşünceye davet
Yaşam alanlarını tasarımlarken kendimize birtakım şeyleri sorun ederiz ve bu dert edindiklerimizin üzerine gideriz. Dert edinilenler soyut veya somut kavramlar olabilse de günümüzün teknolojik yaklaşımında genellikle soyut kavramlardır bunlar. Oysa ki yapısal planlama mevzusuna daha ilk anda bir biçimsel yaklaşımla girmek çarpık bir sonuca ulaşılmasına neden olabilir. Bir somut yargıya ulaşmadan, müdahalede bulunmadan önce mutlaka sorun edilen kavramlar üzerine düşünülmelidir.
Dolayısıyla geleceğe devredilecek yaşam alanları olarak ‘Yapı Biyolojisi ve Ekolojisi’ bütüncüllüğünde konuyu kavramak, geleceğin mimari hedeflerine ışık tutabilir ve metodlarının neler olabileceğini görmemizi sağlayabilir. Şekilci gelişim süreçleri yerine, içselleşmeyle, özümsemeyle gelişen süreçlerin tabana yayılmasını sağlayabilir.
Sonuç olarak kırsalda çağdaş tasarımın ve iyi yaşam halinin bir değerinin olabilmesi için, şimdi içinde geçmiş ve geleceğin birlikteliğinden oluşan bir zaman anlayışına sahip olunması gereklidir.

And Akman
Türkiye Yapı Biyolojisi ve Ekolojisi Enstitüsü, YBE
Kadıovacık mah. 9501 Sk. 4 35430 Urla – İzmir